13 Kasım 2011 Pazar

GÖRÜŞ YAZISI 5.Hafta



“Tarım yalnızca on iki bin yaşında. Uygarlıklar yaklaşık altı bin yıl öncesine dayanıyor. Eğer insan varoluşunun bütününe 24 saatlik bir gün diye baksaydık, tarımın ortaya çıktığı zaman öğleden sonra 11.56, uygarlığın ortaya çıktığı zaman da 11.57 olurdu.”


 İşte insanlığın uygarlığı tarih denen o sahnede saniyelere tekabül ediyor. Bu saniyeler içersinde uygarlığın kendini hissettirmesiyle birlikte ne gariptir ki, dünyaya kan ve gözyaşı hakim oluyor. Bu zaman diliminde insan büyük kıtalar keşfetti; avcı toplayıcı olarak başladı macerasına ve son iki yüz yılda büyük sanayi kolları inşa ederek devam ediyor yoluna.


 Peki, Avrupa uygarlığı neden zorla kabul ettirmek istesin kendi varlığını; yerlilere, kabilelere, toplumlara?



 Aztekler, Yucatanlar, Mayalar ve İknalar her biri kendi uygarlığını, kendi yapısını belirlemiş toplumlardı. Avrupa uygarlığı: o büyük uygarlık; Merkantilist çağda, toprağı kuruturcasına değerli maden ve kanla sulayarak da insanın emeğine talip oldu. Ve tarih kendi içersinde bu katliamı, insan var olduğu müddetçe taşımaya devam edecek.

 Parça da uygarlıkların Latin Amerika da, Ortadoğu da ve Asya da gelişme gösterdiğine değinilmiş. Ve yine kendimi tekrarlarcasına aynı soruyu soruyorum: Neden bu uluslar bir bölümün zenginleşmesi için feda edildi? Batı uygarlığı karnını neden kanla doyurdu? Küresel çapta büyümenin altında yatan uygarlıkların kalıntıları olabilir mi? 


“İki yüzyıl öncesine kadar tarihin bütününde egemen olan toplum türlerini ortadan kaldıracak ne olmuştur? Bu sorunun yanıtı sanayileşmedir.”



Sanayileşme dendiğinde aklımıza büyük üretim aşaması geliyorsa onun evrimsel süreci bireysel üretime, lonca tezgâhlarına ve fabrikalara dayanır. Sanayileşme insanlığın başına belamı, vefa mı getirdi cefa mı bilinmez ama birinci ve ikinci paylaşım savaşlarının nedeni olarak gösterebiliriz sanayileşmeyi.


 Peki niçin?



Burada Cecil Rhodes’in 1895 te, kendi görüşlerini anlattığı bir parçaya değinmek istiyorum:



“ Dün East-End’deydim (Londra’da bir işçi semti), işsizlerin yaptığı bir toplantıda bulunum. Ateşli söylevler dinledim orada. Bunların hepsi tek bir çığlıktan ibaretti: ekmek! ekmek! Dönüşte, bütün sahneyi yeniden yaşıyor ve emperyalizmin önemini bir kere daha kavrıyordum. Benim en büyük düşüncem, toplumsal soruna bir çözüm getirmek: Birleşik krallığın 40 milyon nüfusunu kanlı bir iç savaştan kurtarmak için, bizler, sömürge politikacıları, fazla nüfus yerleştirebileceğimiz, fabrikalarımızın ve madenlerimizin ürünleri için yeni pazarlar kazanabileceğimiz yeni topraklar elde etmek zorundayız. Her zaman söylerim, İmparatorluk bir mide meselesidir. İç savaştan kaçınmak istiyorsanız, emperyalist olamaya mecbursunuz.” (Die Neue Zeit, XVI, 1, 1898, s.304)



Eğer yukarıdaki gibi ekonomik güç namlunun ucunda ise, batı toplumları gelişmişlik aşamasında barbarlığı uyguladığı söylenebilir.

İşin bir başka boyutu da sanayinin evrimleşmesi sürecinin ardından gelen çok uluslu şirketlerdir. Çok uluslu şirketler kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmi küreselleşme adı altında üçüncü dünya ülkelerine kabul ettirmektedir. 


Parçada geçen 1804’te kimi gelişmemiş ülkelerin kazandıkları bağımsızlık bugün ne ölçülere ulaşmıştır? Bağımsızlık, özgürlük çığlıkları dünya arenasında yankılanan ülkeler özgürlüklerini birilerinin sunduğu tepsiden aldıklarında o istenen özgürlüğe, bağımsızlığa erişebiliyorlar mı? Burada karşımıza küreselleşen dünyadaki çok uluslu şirketler çıkmıyor mu? Daha da önemlisi bu özgür ülkeler ekonomik alanda özgürler mi?  


Son olarak bende Can Yücel gibi ve onun anlatımıyla yazıyı bitirmek istiyorum. 


"Yukarı yarım kürenin, aşağı yarım küreyi ezmesine, küreselleşme dendiğini mimledik."          

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder