20 Kasım 2011 Pazar

İNSAN BİR DEVDİR -1-

Gürer MUT



“ Şimdi, uçsuz bucaksız uzayı gözünüzün önüne getirin. Yıldızların, bulutsuların doldurduğu uzayı… Bu devler devi bulutsulardan birinde Güneş alev alev yanıyor. Güneşten gezegenler kopuyor. Küçük bir gezegende madde canlılaşıyor, kendi bilincine varmaya başlıyor. Bunun sonucunda insan ortaya çıkıyor.”


M.İLİN – E.SEGAL  


Yer kabuğunun biçimlenmeye başladığı o anda canlı varlık şekillenmeye başladı. Geleceği inşa eden yapısal unsur oldu. En önemlisi de insan yaşadığı alana şekil veren ve bir süreklilik içersinde büyük bir devinimle kendini yaratan oldu. İnsanın kayıtlı tarihinin on milyon yıl öncesine ait olduğunu düşünecek olursak, ilkin şu soruyu sormamız gerekir: On milyon yıl tarih denen uzantının içersinde nedir? Bir santime tekabül eden bir uzunluk! Bu süre zarfında avcı toplayıcı yapıdan gelerek sosyal ve ekonomik alanda kendini geliştiren insan, yaratmış olduğu devlet mekanizmasına da yapısal bir şekil kazandırdı. Ve insan günü geldiğinde bu büyük kitabın yalnız baş aktörü değil, aynı zamanda onun yazarlarından biri olmaya da başladı.


Uygarlık sürecinin başlangıcı olan ilk çağ, üstyapının kurulmasından tutalım da, ekonomiye ve felsefeye uzanan bir süreci temsil ediyor. Özellikle batı Roma’nın, ardından doğu Roma’nın düşüncede ve yapısal değişikliklerde kat ettiği mesafenin üstünde durulması gerekir. Büyük güç ve yerküreye egemen olma anlayışının da bu çağda hareketlendiğini, köleci yapının artık üretimde ve bireysel ihtiyaçlarda kullanıldığını söylememiz gerekir. İşte, bu anda insan iki kutba ayrılmıştır.

İnsanın geçtiği yola bir kez daha göz atalım.

Bir zamanlar insanlar arasında zengin, yoksul, köle ve köle sahibi yoktu. İnsanların her şeyi ortaktı. Önceleri kabilelerde zengin ve yoksul yoktu. Bu süreç ilerledi mülkiyet ilişkileri ortaya çıktı; eteklerinde yoksuların kulübeleri bulunan tepelerde, zengin ve kuvvetli ailelerin evlerini kuşatan yüksek duvarlar yapılmıştı. Duvarların içersinde bulunan ağzına kadar dolu olan ambar ailenin zenginliğini yıldan yıla daha da arttırdı.

Zenginler iktidarı ele geçirirken daha yoksul olanlara boyun eğdiriyorlardı. Yoksul olanın, zengin komşusundan daha sık yardım istemesi gerekiyordu. Bunun sonucunda birtakım insanlar başkalarını köleleştirmeye başlıyorlardı. Köleleştirme yalnız bu yolla olmuyordu. Savaşlarda esir düşen özgür insanlar da köle oluyordu.

Kölelik!

Yunan şair Teognis köleliğin çağında şöyle yazmıştı:


Ne soğandan gül çıkar,
Ne köleden özgür insan.


Antik Yunan kölelere aşağı insan gözüyle bakmazdı. Sadece, özgür olan halkla köleler, ayrı yerlerde yaşar ve hizmet ettiği yerin dışında büyük bir aile kurabilirdi. Eğer hizmet gösteren köle ihtiyarsa efendisine” oğlum” diye hitap eder, sahibi de, ona eski âdete göre “baba” derdi. “Odiseya” okuyanlar anımsayacaklardır; efendi ve köle arasında geçen diyalog daha çok iki alile ferdinin diyalogu gibi gelecektir. 
 
İlkel bir sistemde, keleci bir düzenin üstünde düşünen bir insanın aşamasına geçmek ne kadar kolay olacak bilinmez ama antik Yunan da Heraklit’e değinmeden de insanı kavrayabileceğimizi düşünmüyorum. 
 
Zaman olur günler birbirine benzer, hayat ırmağı öylesine ağır akar ki, durmuş gibi görünür. Derken bir fırtına çıkar, bir de bakarsınız her şey değişir, alışmış bozuk düzenden eser bile kalmaz. Günler değil, saatler bile her şey değişir, taş taş üstünde bırakmaz geçmişten. Öyle zamanlar olur ki, yüz yılda dünya, bin yılda değişenden daha fazla değişir. 

Pitagor, dünyada ahengin bozulamayacağından, yüzyıllardır süregelen düzenden söz eder. “Fırtınanın sarstığı bu düzeni yeniden kurmalı “ derdi.

Heraklit
— Çevrenize bakın. Her şey her şey hareket ediyor, her şey akıyor. Bir ırmağa iki kere girilmez. Güneş bile her gün başka doğar. Hiçbir yerde durgunluk, hiçbir yerde huzur yok. Her yerde mücadele ve savaş. İnsanları köle yapan da, özgür yapan da savaştır. “Ah derdi Homeros, tanrılar arasında da, insanlar arasında da düşmanlık olmasa!” Ama, o zaman her şey kaybolur. Çünkü, her şey savaşla doğar ve yok olur. Dünyada Hükmeden savaştır. Biri için ölüm olan, bir başkası için hayattır. Ocakta yanan odunun ölümü, ateşin doğmasıdır.

Düşünmek, üretim için düşünmek; anlamak için düşünmek ve sorgulamak için düşünmek…
Hiç şüphesiz, Heraklit’in dönemi dönemsel çarpıklıkların ve doğanın dengesinin sorgulanmaya büyük zaman harcandığı bir dönem olarak görülür. Bu dönemde insan toplumu bir hareketlenme içerisine girmiş. Doğaya getirilen açıklamalarla egemen bir yapının sorgulanması ve onun nedenlerinin üzerine yapılan yorumlar, birçok kez bu sofistlerden korkuya neden olmuştur.

— Kötülerin çok iyilerin az olduğunu anlamıyorlar. Bana kalırsa, bir kişi bin kişiye bedeldir, eğer hepsinden iyiyse. En iyi yurttaşlarını kovuyorlar. “Adam sen de, en iyileri de eksik olsun” diyorlar. “Böyle en iyiler varsa, bizde yaşamasınlar da nerede yaşarlarsa yaşasınlar.” Bana sorsalardı kendilerini suda boğmalarını, şehri de çocuklara bırakmalarını tavsiye ederdim. Herhalde çocuklar daha akıllıdır.  

Antik Yunan da üst yapının başlangıç ve gelişim aşamalarına değinecek olursak, ilkin Aristoteles’in devlet incelemelerine bakmamız gerekecektir. Zeminin bir filozof tarafından derinleştirilip temelinin atılması, toplum yapısının gelişim aşamasındaki en önemli kavram olan devlet yapısında belirgin bir biçimde yorumlanıp geliştirilmesini sağladı. Aristoteles, devlet hakkındaki kitabını yazabilmek için yüz elli Yunan devletinin düzenini incelemek zorunda kalmış, öğrencileriyle beraber yaptıkları derslerde öğrencilerinden yönetimle ilgili çıkardıkları sonuçlar bir araya getirmelerini istemiştir. 

Egemen bir sınıfın oluşum çizgisinde, köle emeğinin üstüne bina edilen krallıkların, imparatorlukların birer tanrı gibi saygı görmeleri sonucunda; Yeni devlet düzenine, yeni bir felsefe gerekliydi. İdare başındakilere itaatin, en yüksek erdem olduğunu, iktidarın sayıca az kişilerin elinde bulunması gerektiğini, halkın sürü, yöneticilerinse birer çoban olduklarını, iktidarda bulunanların istedikleri gibi düşünmek gerektiğini, halka ispat etmek gerekli idi. 
 
Yukarda da değindiğim büyük duvarları olan malikâneler. O malikâneler ayrı bir dünyacıktı. Roma da toprak mülkiyetinin derebeyin egemenliği altında olması, Feodal sistemin gürbüz bir hale gelmesine sebebiyet vermiştir.  Roma uygarlığıyla beraber yaşanan, çığır açan değişim bin yıllık kölelik düzeninin bu uygarlık içinde yıkılması ve onun yerine daha vahşi sömürünün asırlar boyunca gerçekleşecek olana sistemin yani feodalitenin sistemleştirilmesi başarılmıştır.

Öyle ki, etrafta her şey silinip, derebeyin şatosu komşu köylerle birlikte, okyanusun ortasında bir ada gibi kalsa, derebeyi yine lüks içinde yaşayacaktı. Çünkü burada toprak köleleri, kendilerine ve efendileri senyöre bez dokuyor, deri işliyor, un öğütüyor ve avlanıyordu.  

 
İşte yeni Dünya!

Antik Yunandan tarih sahnesinde çok uzun bir atlama yapıp (veya çok minimal), Amerika kıtasına ayak basılmasının insanlık tarihindeki önemine geçmek istiyorum. Bu sürecin büyük acıları da beraberinde getirdiğini başlamadan söylemek gerek.

İnsanlık şu iki tarihi unutmayacaktır: 1492 ve 1497

İnsan, Amerika kıyılarındaki adalara ayakbastı ve Amerikan tarihindeki (tarihi adımlar) adımlar başlamış oldu. İnsanın karşısında gördüğü bu yeni Dünya geldiği yarım küreye hiç benzemiyordu. Balta girmemiş ormanlar, akarsular ve farklı stepler büyüleyici güzellikteydi ve insan bu yenidünyadaki maddi zenginliğe hayran kalmıştı. Ve merkantilist yapı böylece hayat bulacaktı.
 
Merkantilist yapı kendisini hem kilisenin rolünde hissettirecek hem de ekonomik madenlerin kullanılmasıyla oluşturulacak servet birikiminden hatırlanacaktı. Yapılan büyük deniz keşfinden sonra dünya piyasasına yabancı malların ve ürünlerin bol miktarda gelmesi damgasını vuracaktı. Bundan da servetlerin ve toplum hiyerarşisinin alt üst olması, macera ve kazanç zihniyetinin uyanması gibi bir sonuç çıkacaktı. Özellikle rençberliğe (çiftçilik) ve zanaata dayanan bir yapının yerini, ticarete dayanan bir yapı alacaktı. Akdeniz liman ticaretinin üstünlüğü azalmış, Güney Amerika’dan gelen aynı zamanda ispanyaya akıyordu.

“Bütün bu olaylar Avrupa’da 15. yüzyılın ortasından 18. yüzyılın ortasına kadar hüküm sürecek olan merkantilist doktrinlerin ortaya çıkmasını sağlayacaklardır. Ana ilke şudur: Ulusun gücünü ve zenginliğini en yüksek noktaya çıkartmak gerekir, bunun başlıca öğesi de önemli bir kıymetli maden stokuna sahip olmaktır. Ülkeden ülkeye az çok değişmekle birlikte bu doktrin hepsi hem ulusçu, hem müdalecidir.”

Bu yazı yarım kalmışlığını bir yana bırakacak olursak, tarih sahnesindeki halkların bir süreç içersinde yaşamış olduğu aşamalara değinmeye çalıştım. İnsanlığın şekillenişinde, tıpkı bir ağacın hayatında olduğu gibi, görülen bir çiçek açma, parlama zamanı, bir de çiçeklenmeyi, parlamayı hazırlayan, uzun bir gizli faaliyet sürecinin yaşandığına işaret etmek istiyorum.


KAYNAKÇA        

EFLATUN – SOFİST - MİLLİ EĞİTİM B.

EFLATUN – PHAİDROS - MİLLİ EĞİTİM B.

EKONOMİK DOKTRİNLER TARİHİ – HENRİ DENIS – SOSYAL YAYINLAR

MATERYALİST BİLİMLER TARİHİ – J.D. BERNAL – SOSYAL YAYINLAR

EFLATUN – DEVLET – REMZİ KİTAPEVİ

LATİN AMERİKANIN KESİK DAMARLARI – EDUARDO GALEANO – ALAN YAYINCILIK

SERVER TANİLLİ – UYGARLIK TARİHİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder