Gürer MUT
“ Şimdi, uçsuz bucaksız uzayı gözünüzün
önüne getirin. Yıldızların, bulutsuların doldurduğu uzayı… Bu devler devi
bulutsulardan birinde Güneş alev alev yanıyor. Güneşten gezegenler kopuyor.
Küçük bir gezegende madde canlılaşıyor, kendi bilincine varmaya başlıyor. Bunun
sonucunda insan ortaya çıkıyor.”
M.İLİN – E.SEGAL
Yer kabuğunun biçimlenmeye
başladığı o anda canlı varlık şekillenmeye başladı. Geleceği inşa eden yapısal
unsur oldu. En önemlisi de insan yaşadığı alana şekil veren ve bir süreklilik
içersinde büyük bir devinimle kendini yaratan oldu. İnsanın kayıtlı tarihinin
on milyon yıl öncesine ait olduğunu düşünecek olursak, ilkin şu soruyu sormamız
gerekir: On milyon yıl tarih denen uzantının içersinde nedir? Bir santime tekabül
eden bir uzunluk! Bu süre zarfında avcı toplayıcı yapıdan gelerek sosyal ve
ekonomik alanda kendini geliştiren insan, yaratmış olduğu devlet mekanizmasına
da yapısal bir şekil kazandırdı. Ve insan günü geldiğinde bu büyük kitabın yalnız
baş aktörü değil, aynı zamanda onun yazarlarından biri olmaya da başladı.
Uygarlık
sürecinin başlangıcı olan ilk çağ, üstyapının kurulmasından tutalım da,
ekonomiye ve felsefeye uzanan bir süreci temsil ediyor. Özellikle batı
Roma’nın, ardından doğu Roma’nın düşüncede ve yapısal değişikliklerde kat
ettiği mesafenin üstünde durulması gerekir. Büyük güç ve yerküreye egemen olma
anlayışının da bu çağda hareketlendiğini, köleci yapının artık üretimde ve
bireysel ihtiyaçlarda kullanıldığını söylememiz gerekir. İşte, bu anda insan
iki kutba ayrılmıştır.
İnsanın geçtiği yola bir kez daha göz atalım.
Bir zamanlar insanlar arasında zengin,
yoksul, köle ve köle sahibi yoktu. İnsanların her şeyi ortaktı. Önceleri
kabilelerde zengin ve yoksul yoktu. Bu süreç ilerledi mülkiyet ilişkileri
ortaya çıktı; eteklerinde yoksuların kulübeleri bulunan tepelerde, zengin ve
kuvvetli ailelerin evlerini kuşatan yüksek duvarlar yapılmıştı. Duvarların
içersinde bulunan ağzına kadar dolu olan ambar ailenin zenginliğini yıldan yıla
daha da arttırdı.
Zenginler iktidarı ele geçirirken daha
yoksul olanlara boyun eğdiriyorlardı. Yoksul olanın, zengin komşusundan daha
sık yardım istemesi gerekiyordu. Bunun sonucunda birtakım insanlar başkalarını
köleleştirmeye başlıyorlardı. Köleleştirme yalnız bu yolla olmuyordu.
Savaşlarda esir düşen özgür insanlar da köle oluyordu.
Kölelik!
Yunan şair Teognis köleliğin
çağında şöyle yazmıştı:
Ne soğandan gül çıkar,
Ne köleden özgür insan.
Antik Yunan
kölelere aşağı insan gözüyle bakmazdı. Sadece, özgür olan halkla köleler, ayrı
yerlerde yaşar ve hizmet ettiği yerin dışında büyük bir aile kurabilirdi. Eğer
hizmet gösteren köle ihtiyarsa efendisine” oğlum” diye hitap eder, sahibi de,
ona eski âdete göre “baba” derdi. “Odiseya” okuyanlar anımsayacaklardır; efendi
ve köle arasında geçen diyalog daha çok iki alile ferdinin diyalogu gibi
gelecektir.
İlkel bir
sistemde, keleci bir düzenin üstünde düşünen bir insanın aşamasına geçmek ne
kadar kolay olacak bilinmez ama antik Yunan da Heraklit’e değinmeden de insanı
kavrayabileceğimizi düşünmüyorum.
Zaman olur günler birbirine benzer, hayat
ırmağı öylesine ağır akar ki, durmuş gibi görünür. Derken bir fırtına çıkar,
bir de bakarsınız her şey değişir, alışmış bozuk düzenden eser bile kalmaz.
Günler değil, saatler bile her şey değişir, taş taş üstünde bırakmaz geçmişten.
Öyle zamanlar olur ki, yüz yılda dünya, bin yılda değişenden daha fazla
değişir.
Pitagor, dünyada ahengin bozulamayacağından, yüzyıllardır süregelen
düzenden söz eder. “Fırtınanın sarstığı bu düzeni yeniden kurmalı “ derdi.
Heraklit
— Çevrenize bakın. Her şey her şey hareket ediyor, her şey akıyor. Bir
ırmağa iki kere girilmez. Güneş bile her gün başka doğar. Hiçbir yerde
durgunluk, hiçbir yerde huzur yok. Her yerde mücadele ve savaş. İnsanları köle
yapan da, özgür yapan da savaştır. “Ah derdi Homeros, tanrılar arasında da,
insanlar arasında da düşmanlık olmasa!” Ama, o zaman her şey kaybolur. Çünkü,
her şey savaşla doğar ve yok olur. Dünyada Hükmeden savaştır. Biri için ölüm
olan, bir başkası için hayattır. Ocakta yanan odunun ölümü, ateşin doğmasıdır.
Düşünmek, üretim için düşünmek; anlamak için düşünmek ve sorgulamak için düşünmek…
Düşünmek, üretim için düşünmek; anlamak için düşünmek ve sorgulamak için düşünmek…
Hiç şüphesiz, Heraklit’in dönemi
dönemsel çarpıklıkların ve doğanın dengesinin sorgulanmaya büyük zaman harcandığı
bir dönem olarak görülür. Bu dönemde insan toplumu bir
hareketlenme içerisine girmiş. Doğaya getirilen açıklamalarla egemen bir
yapının sorgulanması ve onun nedenlerinin üzerine yapılan yorumlar, birçok kez
bu sofistlerden korkuya neden olmuştur.
— Kötülerin çok iyilerin az olduğunu anlamıyorlar. Bana kalırsa, bir
kişi bin kişiye bedeldir, eğer hepsinden iyiyse. En iyi yurttaşlarını
kovuyorlar. “Adam sen de, en iyileri de eksik olsun” diyorlar. “Böyle en iyiler
varsa, bizde yaşamasınlar da nerede yaşarlarsa yaşasınlar.” Bana sorsalardı
kendilerini suda boğmalarını, şehri de çocuklara bırakmalarını tavsiye ederdim.
Herhalde çocuklar daha akıllıdır.
Antik Yunan da
üst yapının başlangıç ve gelişim aşamalarına değinecek olursak, ilkin
Aristoteles’in devlet incelemelerine bakmamız gerekecektir. Zeminin bir filozof
tarafından derinleştirilip temelinin atılması, toplum yapısının gelişim
aşamasındaki en önemli kavram olan devlet yapısında belirgin bir biçimde
yorumlanıp geliştirilmesini sağladı. Aristoteles, devlet hakkındaki kitabını
yazabilmek için yüz elli Yunan devletinin düzenini incelemek zorunda kalmış,
öğrencileriyle beraber yaptıkları derslerde öğrencilerinden yönetimle ilgili
çıkardıkları sonuçlar bir araya getirmelerini istemiştir.
Egemen bir sınıfın oluşum çizgisinde, köle emeğinin üstüne bina edilen krallıkların, imparatorlukların birer tanrı gibi saygı görmeleri sonucunda; Yeni devlet düzenine, yeni bir felsefe gerekliydi. İdare başındakilere itaatin, en yüksek erdem olduğunu, iktidarın sayıca az kişilerin elinde bulunması gerektiğini, halkın sürü, yöneticilerinse birer çoban olduklarını, iktidarda bulunanların istedikleri gibi düşünmek gerektiğini, halka ispat etmek gerekli idi.
Egemen bir sınıfın oluşum çizgisinde, köle emeğinin üstüne bina edilen krallıkların, imparatorlukların birer tanrı gibi saygı görmeleri sonucunda; Yeni devlet düzenine, yeni bir felsefe gerekliydi. İdare başındakilere itaatin, en yüksek erdem olduğunu, iktidarın sayıca az kişilerin elinde bulunması gerektiğini, halkın sürü, yöneticilerinse birer çoban olduklarını, iktidarda bulunanların istedikleri gibi düşünmek gerektiğini, halka ispat etmek gerekli idi.
Yukarda da
değindiğim büyük duvarları olan malikâneler. O malikâneler ayrı bir dünyacıktı.
Roma da toprak mülkiyetinin derebeyin egemenliği altında olması, Feodal
sistemin gürbüz bir hale gelmesine sebebiyet vermiştir. Roma uygarlığıyla beraber yaşanan, çığır açan
değişim bin yıllık kölelik düzeninin bu uygarlık içinde yıkılması ve onun
yerine daha vahşi sömürünün asırlar boyunca gerçekleşecek olana sistemin yani
feodalitenin sistemleştirilmesi başarılmıştır.
Öyle ki, etrafta her şey silinip, derebeyin şatosu komşu köylerle
birlikte, okyanusun ortasında bir ada gibi kalsa, derebeyi yine lüks içinde
yaşayacaktı. Çünkü burada toprak köleleri, kendilerine ve efendileri senyöre
bez dokuyor, deri işliyor, un öğütüyor ve avlanıyordu.
İşte yeni Dünya!
Antik Yunandan
tarih sahnesinde çok uzun bir atlama yapıp (veya çok minimal), Amerika kıtasına
ayak basılmasının insanlık tarihindeki önemine geçmek istiyorum. Bu sürecin
büyük acıları da beraberinde getirdiğini başlamadan söylemek gerek.
İnsanlık şu
iki tarihi unutmayacaktır: 1492 ve 1497
İnsan, Amerika kıyılarındaki adalara ayakbastı ve Amerikan tarihindeki (tarihi adımlar) adımlar başlamış oldu. İnsanın karşısında gördüğü bu yeni Dünya geldiği yarım küreye hiç benzemiyordu. Balta girmemiş ormanlar, akarsular ve farklı stepler büyüleyici güzellikteydi ve insan bu yenidünyadaki maddi zenginliğe hayran kalmıştı. Ve merkantilist yapı böylece hayat bulacaktı.
Merkantilist
yapı kendisini hem kilisenin rolünde hissettirecek hem de ekonomik madenlerin kullanılmasıyla
oluşturulacak servet birikiminden hatırlanacaktı. Yapılan büyük deniz keşfinden
sonra dünya piyasasına yabancı malların ve ürünlerin bol miktarda gelmesi
damgasını vuracaktı. Bundan da servetlerin ve toplum hiyerarşisinin alt üst
olması, macera ve kazanç zihniyetinin uyanması gibi bir sonuç çıkacaktı.
Özellikle rençberliğe (çiftçilik) ve zanaata dayanan bir yapının yerini,
ticarete dayanan bir yapı alacaktı. Akdeniz liman ticaretinin üstünlüğü
azalmış, Güney Amerika’dan gelen aynı zamanda ispanyaya akıyordu.
“Bütün bu olaylar Avrupa’da 15. yüzyılın
ortasından 18. yüzyılın ortasına kadar hüküm sürecek olan merkantilist
doktrinlerin ortaya çıkmasını sağlayacaklardır. Ana ilke şudur: Ulusun gücünü
ve zenginliğini en yüksek noktaya çıkartmak gerekir, bunun başlıca öğesi de
önemli bir kıymetli maden stokuna sahip olmaktır. Ülkeden ülkeye az çok
değişmekle birlikte bu doktrin hepsi hem ulusçu, hem müdalecidir.”
Bu yazı yarım
kalmışlığını bir yana bırakacak olursak, tarih sahnesindeki halkların bir süreç
içersinde yaşamış olduğu aşamalara değinmeye çalıştım. İnsanlığın
şekillenişinde, tıpkı bir ağacın hayatında olduğu gibi, görülen bir çiçek açma,
parlama zamanı, bir de çiçeklenmeyi, parlamayı hazırlayan, uzun bir gizli
faaliyet sürecinin yaşandığına işaret etmek istiyorum.
KAYNAKÇA
EFLATUN – SOFİST - MİLLİ EĞİTİM
B.
EFLATUN – PHAİDROS - MİLLİ EĞİTİM
B.
EKONOMİK DOKTRİNLER TARİHİ –
HENRİ DENIS – SOSYAL YAYINLAR
MATERYALİST BİLİMLER TARİHİ –
J.D. BERNAL – SOSYAL YAYINLAR
EFLATUN – DEVLET – REMZİ KİTAPEVİ
LATİN AMERİKANIN KESİK DAMARLARI
– EDUARDO GALEANO – ALAN YAYINCILIK
SERVER TANİLLİ – UYGARLIK TARİHİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder